8 Ağustos 2018 Çarşamba

KENDİNİ BİLME



Bağımlısı olduğunu farketmeden sevdiğimiz herşey onlara ihtiyacımız olduğu sürece hayatımızda var olurlar. İhtiyacımız kalmadığı zaman ise hayatımızdaki misyonları tamamlanmış olduğu için kendiliğinden yok olurlar, bizi terkederler.
Bağımlılıklarımız; sigara, alkol, işkoliklik, tatminsiz sevilme ihtiyacı, sonu gelmeyen aşık olma ihtiyacı, seks, yalnızlık, asosyallik, bağımlı ebeveyn ilişkileri, sürekli mağdur olma, haksızlığa uğradığı için acı çekme hali, vs. vs.... evcil hayvanlarımızda buna dahil. Hayvanlarımızın bizim onlara ihtiyacımız olduğu kadar bize ihtiyacı yok ama bu demek değil ki onlardan öğrenecek şeylerimiz yok, bu başka bir hal.
Duygularımızı besleyen her aşırı durumun arkasında bir eksiklik var. İçinde yaşadığımız ülkeden insanlardan dolayı mutlu değiliz, ama istisnasız hepimizin, Atatürkçüsü, dincisi, hümanisti, milliyetçisi, yobazı, herkesin tek yaptığı "şikayet etmek", hep ötekini beğenmeme, ötekini suçlama hali de kendini bilmeme halinin bir yansıması aslında...
Toplumsal kısır döngülerimiz gittikçe derinleşiyor. Yüzyıllardır aynı seçimleri yaptığımızı bilmeden yeni şeyler istiyoruz. Yalnız biri, Mustafa Kemal Atatürk bu kısır döngüyü kırabildi, kısa bir süreliğine, sonra yine kendi bilinç halimize geri döndük (dış güçlerinde parmağı var tamam)
Yunus'un dediği gibi, İlim, gelişmişlik, kendini bilmektir.
Bilme hali, kendinle bir olma, kendini anlama, tanıma hali. Kolay değil ve çok emek verilmesi gerekiyor. Kendini bilmek hayatına eylemin gelmesi demek... Bilmenin sonucu idrak, ve bazen idrak bağımlılıkların gidişi ile de kendini gösterir. Bazende üzüldüğümüz, istemediğimiz halde elimizden birşey gelmez, çok sevdiklerimiz (bağımlılıklarımız) de gider hayatımızdan. Farkında olmadan bağımlı olduklarımız...
Farkındalık çarkının mili, bilme halinin, sonuçları var. Duygularımızı anlamaya çalışalım, hissedip içgüdüsel olarak yaşamaya çabaladığımız duyguların arkasındaki temel nedenleri bulmaya çalışalım. Kendimize, ruh halimize emek verelim. İnternet bu anlamda çok güzel kaynaklarla dolu.. Yargısız, gözlemci olarak, anlayarak öğrenme çabasıyla bir yerden başlayalım. 

Değişim sancılı ama güzeldir. 

Zeynep Karataş


1 Şubat 2018 Perşembe

Sevgiler Müzeyyen

( 'Fakat Müzeyyen Bu Derin Bir Tutku' filminden hislenimler, çağrışımlar, filmden ithal edilmiş cümleler üzerine yazılmış doğaçlamalar yazısı. )


 Kadın!?
"Kadın dediğin hiç konuşmasın abi.... Kafa şişirmesin.... Hesap sormasın.... " Nefes alsın yeter!

Bir an Cihangir'deki cafede oturan o 'Kadın'ın yerinde hayal ettim kendimi, arkadan sırtı açık ipli elbisesinin üzerinden uzun saçları büklüm büklüm dağılmış. bahar gibi, yumuşak ve esintili... Bende öyle bir kılığa bürünmüş olabilirdim diye düşündüm istemsiz. Ben o 'Kadın' olabilir miyim? "Belki bir gün bende yaparım, herşeyi bırakıp giderim" Ben senin herşeyi bırakıp gitme ihtimali... Ah Müzeyyen! 

Şimdilerde kimse çocuklarına Müzeyyen yada Münir gibi isimler vermiyor. Bu ilişki işlerinin tatili yok ama ben kendimi bildim bileli tatilde gibiyim. "Müzeyyen seni suya götürür susuz getirir" diye midir nedir? Oysa çok güzel bir anlamı var, süslenmiş, bezenmiş. Müzeyyen süslü güzel bakımlı tamda kadına verilecek isim. Ben öyle değilim mesela, adamın üstüne çıkıp bütün işi tek başına halleden pratik kadınlardan. Beklerim ben, hep beklerim. 
Kadınım Ben, Kapuska Değilim!
Kapuska Değilim Ben, Kadınım Ka. 
İncecik cıpcılız olmak istiyorum. Ondan hep bekliyorum....... doğal bir biçimde....... beğenilmeye alışkın olmak gibi şeyleri bekliyorum.......  
Kendi saçlarını kesen o azınlığa dahilim, bilinsin.
Müzeyyen adamı öperken öpmüyorda bıyıklarını yiyip tüketiyor sanki günlük bir öğün gibi. 
Bütün adamların hayali terlikleriyle gidip Müzeyyenlere yerleşmek ama eninde sonunda tüm Müzeyyenler teknesi olan yada sırt çantasını takıp gezen adamlarla birlikte ufuk çizgisinde kaybolup giderler. 
Sürekli bir takım yollar üzerinde yürüdüğümüzü zannederiz bir garip yolcu misali bu hayat yolunda, oysa yol diye yalnızca kendi gölgelerimizi arşınlar dururuz.... Sonrada ışığa koşan kara sinek gibi çıt diye çıtlayıveririz bir yerlerde... Hayat.
Evde dolabın üzerine not yazıp bıraksam kimsenin orada bırakılmış bir not olduğu aklına gelmez, adetimiz değil. "Böyle buyurdu Müzeyyen." 

Yazar dediğin hep uykusuz gecelerin ardından şişmiş morarmış gözlerle derin derin kaybolmuşcasına yazan kişi midir? Bunun sabah 10 akşam 5 mesaili yazanı yok mudur? Hep bir uykusuzluk, derbederlik, kaybolmuşluk öyle mi?!... Düz ve sığ bir tembellik halinin yazarlığa bürünmüş hali gibi yani. Geceleri zihninin derinliklerine uykusuzluğa dolanmış yaratıcılık şırınga eden bir bağımlı gibi! 

Bir adamın karşısına hayatına yerleşebileceği kaç tane Müzeyyen çıkar ki hayatında?! Kelebek misali bir Müzeyyenden başka bir Müzeyyene uçar gibi.... "Sanki hiç gitmemiş hep var gibi... Bir sırrı herkesten saklar gibi...."  
Öyle sırtı açık elbisemle sırtımı dönüp apaçık yürüyüp gitmek istiyorum. Kelimeler havada asılı kalmış şekilde ve üzerimde kırılacak gibi cıpcılız bir incelikle... sonra... 
sonra... 
sonra.... 
Hayatta hep en sevdiği kadınlar için ağlar Müzeyyenler.
sonra...
Çiçeklerin kokusu
Dalgaların şarkısı
Rüzgarın fısıltısı

"Bazen sadece bir çıt sesi duyarsın bu sesi duyduğun zamanda gitmen gerekir. Bazen bir eşyadan gelir. bazen üçüncü bir şahıstan."

Sevgiler. Müzeyyen.


30 Aralık 2017 Cumartesi

KENDİME NOTLAR 2

Doğan Cüceloğlu konuşmalarından kendi payıma zaman zaman hatırlamak istediğim önemli bulduğum notlar:

Doğan Cüceloğlu; "Yaşam bir dans, yaşam kavga ve güreş değil.
İnsanların ilişkide bu 6 şeyi yaşaması çok önemli. Bu her türlü ilişkide eş, ana baba çocuk, öğretmen öğrenci ilişkişi ama esas itibariyle dansta
( eşiyle olan yaşam dansı yani :) Baktığın zaman şunu göreceksin:

1- Ben önemliyim. Sen önemlisin
2- Ben değerliyim. Diyor ki hayatımda senin yerini dolduracak başka kimse yok.  Sen değerlisin...
3- Beni olduğum gibi kabul ediyor. Seni olduğun gibi kabul ediyorum.
4- Bana güveniyor. Sana güveniyorum. Hata yapabilirsin hatasız kul olmaz ama eninde sonunda doğruyu bulacağına güveniyorum.
5- Senin mutluluğun için emek ve zaman vermeye değersin çünkü seni seviyorum.
6- Sen benimsin ve ben seninim ama şunu biliyorum; senin mahrem bir tarafın var o sana ait kesinlikle saygım var orada dururum. Benim mahrem bir tarafım var o bana ait orada durursun...
Biz hem özgürüz hemde birbirimize bağımlıyız.

Bu 6 şeyi yaşattığınız andan itibaren yaşam dansı başlar. "

.....

AİLEDE VAR OLMASI GEREKEN TEMEL DEĞERLERİ sıralamış;

1- Dürüstlük
2- Sosyal cesaret
3- Barışçıl olmak
4- Sorumluluk duygusu
5- Kendini denetleme ve ölçülü olma
6- Kutsal değerlere saygılı olma

İLİŞKİDE VAR OLMASI GEREKEN DEĞERLERİ anlatmış,

1- Güvenilir olma
2- Saygılı olma
3- Sevgi davranışı gösterme
4- Empati
5- Arkadaşça olmak (İyi yüreklilik)
6- Hakkaniyetli ve merhametli olma


"Bir insanın hayatında hakkaniyet duygusu anlamını kaybederse, zamanla herşey anlamını kaybeder"

"Bir insanın en değerli, en güçlü sermayesi O'nun anlam verme sistemidir"

MUTLULUĞUN 7 FORMÜLÜ

1- Aile saadeti
2- Geleceğe güvenle bakmak
3- İşini anlamlı bulmak
4- Arkadaş ve dostlarının olması
5- Ruhsal ve bedensel sağlık
6- Hayatının kontrolünün kendi elinde olması. Düşünürken ve hayatınla ilgili kararlarda ÖZGÜR olmak.
7- İlke ve değerlerinin olması

 "OLGUN İNSAN BİREYSELLİĞİNİ KEŞFETMİŞ İNSANDIR"

BİZ BİLİNCİNE ERMİŞ OLGUN İNSANIN 5 TEMEL DEĞERİ;

1- BİREYSELLİK
  - Olgun insan öncelikle kendisini keşfetmiş olması lazım. yani bireyselliğini keşfetmiş olması lazım.
  - Keşfetmiş olduğu bu kişiyi (kendisini) KABUL ETMESİ lazım.
  - Kendisini ortaya koyacak CESARETİNİN olması lazım.
  - Birey, BEN VARIM, BEN DEĞERLİYİM, BEN ÖNEMLİYİM, demelidir.

2- EMPATİ KURABİLEN
  - Karşısındakini anlayabilen

3- ŞEFFAFLIK
 - Kendi bilincinin farkında olan insan, kendine karşı dürüst ve şeffaf olur.

4- ADİL VE DÜRÜST OLMAK
  - Herkesin herşeyin farkında olmak ve hakkını vermek

5- İŞ BİRLİĞİ
 - Düşünce - Karar- Eylem (ekip çalışması) aşamalarında iş birliği yapma, paylaşma.

Bireysellik bir kişinin kendisini önemsemesinden geçer. BEN yok ise BİZ olamaz. Biz bilinci içinde BEN'in oluşması BİREYSELLEŞMEDEN geçer. Biz bilinci öyle bir bilinçtir ki baktığınız zaman ormanı ve ağacı aynı anda görürsünüz. 

Bunlar çok değerli ve gerekli şeyler. içseleştirmek hayata geçirmek insana çok fazla nitelik kazandıracak ve mutlu edecek, her biri kendi başına önemli sözler. Umarım böyle bir insan olma yolunda çabalayan bireylerin çığ gibi çoğaldığı sevgi, saygı ve dürüstlük temelli bir toplum oluruz. Buna çok ihtiyacımız var.



30 Haziran 2017 Cuma

İrade


Belki kader denilen şey böyle birşeydir.
İçin alev gibi yanıp tutuşurken
dışın buzdan bir kabuk olur.
Koşullar en kolay şeyi imkansızlaştırır.
Herşeyi anlarsın, bilirsin, hissedersin
ama başkasının iradesine zor kullanamazsın.
Belki de kader dedikleri böyle birşeydir.





19 Mart 2017 Pazar

KENDİME NOTLAR, PSİKALİZ VE ZEN BUDİZM

Bir süredir elimde özenle evirip çevirdiğim, sindire sindire okuduğum ve  ilk defa kıyıp satırlarının altını 'kurşun kalemle' çizdiğim bir kitaptan bahsetmek istiyorum. Psikanalist Erich Fromm'un (1900-1980),  Psikanaliz ve Zen Budizm başlıklı kitabından. Ünlü Psikanalist  ilk basımı 1960 tarihinde yapılmış bu kitabında Batı Psikanaliz teknikleri ile Doğu Zen Budizminin yöntemlerini inceler. 

Fromm Psikanalizin ve Zen Budizm'in insanın sorunlarına nasıl yaklaştığını ayrı ayrı ele aldıktan sonra karşılaştırmasını yapar. Zen Budizm incelemesinde Japon budist ve bilgin Daisetz Teitaro Suzuki'nin bu konuda yapılmış çalışmalarını referans almıştır. 

Kitabın bir özeti sayılabilecek, altını çizdiğim kısımları es geçmeden buraya da  aktarmak istiyorum. Benim için yabancı olduğum psikanaliz ve zen konusunda öğretici ve ufuk açıcı bir kitap oldu. Bu yazımın kitabın konusu hakkında fikir edinmek isteyen veya bir özet edinmek isteyenler için faydalı olacağını düşünüyorum ama öncelikle geriye dönük okumalarımda bana da hatırlatma olması amacıyla kendim için aldığım pekiştirme notlarımdan oluşmaktadır;


"İlk yaklaşımda "esenlik" doğal yapıyla, doğal yaratılışla uyum içinde olmaktır diye tanımlanabilir. Gene de bu kalıp tanımlama içinde sunulmuş sözlerin derinlğine gitmek istenirse ortaya şu sorular çıkabilecektir: Doğal yaratılışla, doğal yapıyla uyumlu koşullar içinde olması gerekli insan varlığı nasıl bir varlıktır? Bu koşullar hangi koşullardır? İnsan varlığının ortaya koyduğu bir sorun var. İnsan dünyaya bu konuda istemi sorulmadan geliyor, gene giderken de istemine bakılmıyor. Hayvanlarda içgüdüsel olarak doğayla bütünlük içinde yaşamasını sağlayan bir çevreye uyum mekanizması olmasına karşın insan bu içgüdüsel mekanizmadan yoksun. Yaşam onu yaşatacağına o yaşamı yaşamak zorunda." syf 29

"İnsan doğanın içinde ama doğadan kopmuş, kendi kendinin ayrı bir varlık olarak ayırdında olması, kendini dayanılmaz derecede yalnız, güzçsüz ve kaybolmuş hissetmesine neden oluyor. Bu düyaya gelmiş olmak durumu, bir sorun yaratıyor. İnsan doğduğu anda yaşam insana bir soru sormuş oluyor. İnsan bu soruyu her an yanıtlamak zorundadır. Yalnız zihniyle, yalnız gövdesiyle değil ama o düşünen, düş gören, uyuyan, karnını doyuran, ağlayan ve gülen adam - bir bütün olarak insan- bu soruya bir yanıt bulmalıdır. Yaşamın ortaya koyduğu bu soru nedir? Soru şudur: Bu ayrıklık, bölünmüşlükten gelen yalnızlık yaşantısının acısından, mahpusluğundan, utancından kendimizi nasıl kurtarabileceğimiz, kendi kendimizle, çevremizdeki insanlarla ve doğayla nasıl birlik kurup bütünleşebileceğimiz? Şu yada bu yolda insan bu sorulara bir yanıt bulmak zorundadır; hatta deliler bile benliklerinin kabuğuna çekilerek böylece ayrıklığın, bölünmüşlüğün korkusunu yenmeye çalışarak, kendilerinin dışındaki gerçeği silip yok ederek, bu soruya bir yanıt bulmuş oluyorlar." syf 29

"Yaşamın amacı tam olarak doğmaktır. İşin asıl acıklı yanı şu: Çoğumuz böyle tam olarak doğmadan ölüyoruz. Yaşamak doğumu her dakika sürdürmektir. Doğum tamamlanınca ölüm gelir. Fizyoloji açısından bizim hücre sistemimiz sürekli bir doğum süreci içindedir. Ruhbilim açısından gerçek şu; çoğumuzun doğumu bir yerde sona eriyor. Bazıları tam olarak ölü doğmuşlardır. Fizyolojik olarak yaşamayı sürdürürler ama kafa bakımından özlemleri analarının karnına, toprağa, karanlığa, ölüme geri dönmektir. Bunlar delidir ya da aşağı yukarı öyle sayılabilirler; ötekiler yaşam yolunda ilerlemeyi sürdürürler. Ama gene de göbek bağını tam olarak kesemezler. Yaşamlarını sürdürebilmek için analarına, babalarına, soylarına, ırklarına, milletlerine toplumsal durumlarına, paraya, Tanrı'ya ve bunlar gibi şeylere göbek bağıyla bağımlı kalmak zorundadırlar. Bu yüzden de tam olarak doğmuş olmazlar" syf 31

"Bu çeşitli hedefler ve onlara ulaşma yolları, işin özüne bakılacak olursa birbirinden çok değişik düşünce sistemleri değildir. Bunlar varlığını sürdürmenin değişik yollarıdır. İnsanın varlığının bütünlüğüyle, yaşamın sorduğu soruya verdiği değişik yanıtlardır. Aslında dinler tarihini oluşturan çeşitli dinsel sistemlerin vermiş olduklarıyla aynı yanıtlardır. İlkel yamyamlıktan Zen Budizm'e kadar insanlık varoluş sorununa ancak birkaç yanıt verebilmiştir. Çok defa böyle yaptığını bilmese de her insan kendi yaşamında bu yanıtlardan bir tanesini seçiyor. Bizim Batılı kültürümüzde herkes Hıristiyan ya da Musevi dinlerinin ya da aydın Tanrı tanımazlığın yanıtını verdiğini sanıyor. Oysa eğer herkesin kafasındaki düşünceleri röntgen ışınından geçirme olanağı olsa ne kadar çok yamyamlık yanlısı, toteme tapan, çeşit çeşit putlara tapanlar olduğunu, pek az sayıda da Hıristiyan, Musevi, Budist ve Taocu olduğunu görüp şaşacağız. Din insanın var oluş sorununa verdiği biçimsel ve özenle ayrıntılandırılmış bir yanıttır. Bunun için de bilinçli olarak törenlerde başka kimselerle paylaşılabilir. En ilkel dinler bile başka kimselerle birlik olmanın verdiği güven ve akla yatkın olma duygusu yaratır. Gerileme isteği toplumla paylaşılmadığı, toplumun bilinciyle ve istekleriyle ters düştüğü zaman, bu isteği kişisel gizli bir din, bir nevroz sayabiliriz." sfy 35

"Esenlik aklın tam gelişmişlik durumuna ermiş olmasıdır: Akıl deyince anlatmak istediğimiz şey yalnızca akla vurup, anlamak, yargıya varmak anlamında akla dayalı yargı değil ama Heidegger'in deyimin kullanırsak gerçeği "olduğu durumuyla" kavrayıp anlamaktır. Esenlik bir kimsenin özseverliğini (narcissisim) yendiği oranda olabilir; Bir kimse ne kadar açık, duygulu, duyarlı, uyanık ve Zen'in kullandığı anlamda "boş" olursa; o oranda olabilir. Esenlik insanın insana ve doğaya duyguyla bağlı olması demektir. ayrılıktan, bölüklükten, kopukluktan, yabancılaşmadan, kendini kurtarıp var olan her şeyle bir olduğunu bir yaşantı durumuna getirmek demektir. Ama bir yandan da ayrı bir varlık olarak benlik yaşantısını da aynı zamanda sürdürmek demektir. Esenlik tam olarak doğmak, olanaklarını sonuna kadar geliştirmek demektir; son dereceye kadar sevinç ve keder duyabilecek gücü olmak demektir. Başka bir deyişle orta yetenekteki insanların sürekli olrak içinde bulundukları ayakta uyuklama durumundan kendini kurtarıp tam olarak uyanmaktır. Aynı zamanda yaratıcı olmaktır; yani kendine, başkalarına ve var olan her şeye bir yanıt vermek, bir karşılık vermektir, gerçek insan olarak, varlığının bütünlüğüyle, herkese ve herşeye o kimseyi ya da o şeyi olduğu gibi kabul ederek bir yanıt, bir karşılık vermektir. Böyle içten gelen bir yanıt, içten gelen bir karşılıkta yaratıcılık yatar. Dünyayı olduğu gibi görmeli ve benim dünyam olarak yaşamalı, dünyayı yaratıcı anlayışımla biçimlendirip kavramalıyım ki böylece dünya "şu" yalan dünya olmaktan çıksın, benim dünyam olabilsin. Sonuç olarak esenlik Ego'yu (Benlik) bir yana atmak, Ego'yu büyütmek ya da korumak peşinde koşmaktan vazgeçip benliğini varolşun işlevi içinde yaşantıya dönüştürmektir. Yoksa sahip olmak, korumaya çalışmak, hırsla sarılmak, kullanmak değildir." syf 35

ZEN BUDİZM'İN İLKELERİ BÖLÜMÜNDEN

Zen'in bütün özü aydınlanmayı (satori) başarabilmekte düğümlenir. Bu yaşantıyı gerçekleştirememiş kimse hiç bir şekilde Zen'i tam olarak anlamış sayılmaz.

Zen'in başlıca amacı nedir? sorusuna öncelikle Dr. Suzuki'nin ağzından yanıt verir; "Zen öncelikle bir kimsenin kendi yaradılışının niteliğini görebilme sanatıdır. Zen bağımlılıktan özgürlüğe giden yolu işaret eder... Zen hepimizin içinde yeterli oranda ve doğal olarak var olan ama normal koşullar altında eyleme dönüşebilmek için uygun bir yol bulamadığından sıkışıp kalmış olan enerjinin açığa çıkmasına olanak sağlar... Öyleyse Zen'in amacı aklımızı kaçırmaktan ve zihinsel olanaklarımızı yeterince kullanamamak yüzünden bir kötürüm, bir yarım adam olmaktan bizi korumasıdır. Özgürlük diyerek anlatmayı şey budur; her zaman içimizde zaten doğal olarak var olup, bütün yaratıcı, iyiliğe dönük güçlere kendilerini açığa çıkartmak olanağı tanımak anlamındadır. Mutlu olabilmek, birbirimize sevgi duyabilmek için bütün yeteneklerimiz var da, genellikle bu gerçeğe gözlerimizi kapıyoruz" 
ve devam eder; ... "Zen bir kimsenin kendi yaradılışının niteliğini görebilme sanatıdır; bağımlılıktan özgürlüğe çıkış yoludur; bizi aklımızı kaçırmaktan ve bir kötürüm, bir yarım adam olmaktan korur ve içimizdeki mutluluk ve sevgi olanaklarını ortaya çıkarır."

Fromm'a göre Zen insan zihnini düşüncelerin, dayatmaların baskılarından kurtarır, insanın bilinçdışındakilerin yüzeye çıkarak bilinçle bir bütün olması insanın ulaşması gereken zihin durumudur. Diğer bir deyişle mantığın biçimlendirdiği bilinç ve bilinçdışını yok saymakdan bahseder. "Baskıdan kurtulmuşluk durumu gene insanın bir çocuğun doğallığı, içtenliği, zorlamasızlığı, yalınlığıyla gerçeği dolaysız, bozulmamış, çarpıtılmamış olarak kavrama olanağı kazanması durumudur..." ve bu durumda insan gene çocuk gibi dünyanın yaratıcı, yabancılaşmamış kavranışını yaşantılaştırıp, bir yetişkin gibi olgun bir kimse olmayı başarabilmelir. O'na göre bu düşünce tüm dinlerin ve inanışların temel düşüncesidir.

"Sonuç olarak bilinçdışını bilince çıkarmak demek, gerçeği, yalnız gerçeği yaşamak demektir. Gerçek artık yabancılaşmaktan kendini kurtarmıştır." İşte Fromm'dan bir kişisel gelişim olumlaması olarak kullanılabilecek harika bir cümle; "Kendimi gerçeğe açıyorum. Gerçeğin her nasılsa öyle olmasına, olduğu gibi olmasına karşı değilim. Bu nedenle de gerçeğe verdiğim karşılık "içtenlikle doğru" bir yanıttır." 

Kitabının sonunda Batı Psikanalizinin Zen'den yararlanabileceği görüşünden bahsediyor. Çeviri İlhan Güngören tarafından başarılı bir Türkçeleştirmeyle yapılmış. Özellikle bilimsel terimlerin Türkçeleştirilmesini çok başarılı buldum. Çevirmen kitabın sonuna Fromm'un vefatından bir kaç ay önce yaptığı son basın söyleşisini almış. Bu son söyleşiyi okumuş olduğuma ne kadar çok mutlu oldum anlatamam, böyle bir okumanın ardından değerli bir bilim adamının son sözlerini okumak, okuyucu için gerçekten çok güzel bir armağan. Eric Fromm mesleğinde daima terapilerinde incelediği kişinin bir insan olduğu gerçeği ile hareket etmiş, bunu en önde tutmuş, buna daima önem vermiş bir bilim adamı olduğunu söyler, insan bir makina değil duyguları olan bir varlık, gerçek oldukça sade ve ona bu gözle bakmak anlamak için yeterli. "Bana göre yalan sadece yalandır" der. 

Söyleşinin son soru cevap kısmı ile yazımı bitiriyorum. Fromm'un ölümünden önce söylediği son sözleri gerçekten büyük bir hayat dersi veriyor... Kitabı okuyun :)

Soru: -"Frankfurt'ta bunalım içinde olan delikanlıyla bugün varmış olduğunuz yeri karşılaştırınca bu başarınızı nasıl açıklıyorsunuz? Bu konudaki duygularınız nedir?

Fromm: -"Güç bir soru... Şöyle başlayayım.. Her şey bizde aynı zamanda bir arada var. Altı aylık bebek, on sekiz yaşında bir delikanlı, bugün olduğumuz kimse hepsi bir arada. Hatta on ya da yirmi yıl sonra olacağımız kimse de içimizde... Sanıyorum asıl sorun bizde var olan en iyi şeyleri geliştirmek için içimizde itici bir gücün olup olmamasında. Herkesin olabileceklerinin bir üst sınırı var. Kuşkusuz bir insan her şeyi birden olamaz, her şeyi birden yapamaz. Ne çok insan olamayacakları şeyleri olmak için yaşamlarını boşa harcıyorlar. Sonu kesinlikle başarısızlıkla bitecek yararsız bir zaman yitirmeden başka bir şey değil bu. Onun için herkes önce kendi yeteneklerinin sınırlarını doğru değerlendirmelidir.
             
      Bir yandan da çabalarını bilinçli olarak doğru yöne yöneltmeli, yüreklilikle yeteneklerinin üst sınırına varana kadar bu yolda yürümelidir. Bunu bir piyanistin çabalarına benzetebiliriz. Eksiksizliğe yetkinliğe ulaşana kadar ne kadar zaman harcamak gerektiğini piyanist bilir. 
                   
       İnsanların çoğunun, iyi bir yaşamın özel bir çabayı gerektirmediğini sanmaları gerçekten şaşılacak bir şey."





16 Mart 2017 Perşembe

KÜÇÜK KARA BALIK, HİDÂYETNAME VE İRAN EDEBİYATI



KÜÇÜK KARA BALIK

"Onbirbindokuzyüzdoksandokuz küçük balık "iyi geceler" dileyerek yatmaya gitti. Büyükanne de uykuya daldı.ama küçük bir kırmızı balık ne yaptı ne ettiyse de uyuyamadı. Sabaha kadar denizi düşündü hep..." Küçük Kara Balık, Samed Behrengi (1939-1967)


İran edebiyatına dair ilk okuduğum eser, Samed Behrengi'nin Küçük Kara Balık hikayesiydi. Hikayeyle ilk karşılaşmam ise yıllar önce bir grup çocuğa rehberlik ederken gittiğim çocuk tiyatrosunda harika kostümlerle yapılmış müzikli oyununu izlememle olmuştu. Ben de çocuklar kadar eğlenmiştim. Bu hikayenin sonunun maceracı Küçük Kara Balığın Pelikan'a yem olduğu şeklinde kötü bittiğini zannediyordum. Meğer yanlış hatırlıyormuşum. Özellikle çocuk hikayeleri iyi sonla bitmeli. Gerçek hayatta yeteri kadar dram var zaten. Samed Behrengi çocuklar için halk masallarını kaleme alan Azeri Türkü bir öğretmendir ve ne yazık ki genç yaşta faili meçhul bir cinayete kurban gitmiştir. Semt kütüphanesinde İran'a dair okunabilecek kitaplar ararken yazarın iki hikaye kitabına rastladım. 

Beni en çok etkileyen öykülerinden biri olan "Uyku İle Uyanıklık Arasında 24 Saat" isimli öyküsü şu sözlerle başlar;
"Değerli okuyucu
"Uyku ile Uyanıklık" öyküsünü size bir örnek olsun diye yazmadım.
Amacım, kendi yurdundaki çocukları 
daha iyi tanıman
ve sorunlarına çare aramandır."

Çocuk Latif'in para kazanmak için annesi ve iki kardeşini şehirde bırakıp babasıyla Tahran sokaklarında seyyar satıcılık yaparak, şehrin kenarında yaşamaya çalışmasının, bir çocuğun yoksulluğunun, yokluklar içinde bile çocuk olmanın hikayesidir. Latif'in oyuncakçı vitrinindeki oyuncaklara olan hayranlığı, onlarla yarattığı hayal dünyası bana çocukluğumda kendi mahallemizde seyretmeye doyamadığımız oyuncakçıyı da anımsattı. Latif'in dramatik öyküsünden sonra Uldız ile Konuşan Bebek öyküsü de yalnız bir çocuğun zengin hayal dünyasının şölene dönüştüğü başka bir dramı anlatır. Samed Behrengi çocuklar için yazdığı öykülerde aynı zamanda büyüklere seslenerek, çocukların hayal dünyasının ne kadar zengin olduğunu göstermek ister gibidir. Okurken öykünün orta yerinde uzanıp bu iki garip çocuğu kucaklamak istedim. 

                                                             HİDAYETNAME


İran edebiyatına dair elime aldığım diğer bir kitap. Tahran'lı yazar Sadık Hidayet (1903-1951) tarafından kaleme alınmış öykü, inceleme, tiyatro oyunu ve kişisel mektuplarından oluşan yazılarının derlemesinden oluşmaktadır. Kitap İran'ın saygın ailelerinden birine mensup iyi eğitimli yazarın biyografisi ile başlar, ülkesinin sorunları ve yazarın kendi bunalımları arasında yaşanan bir ömrü anlatır. S. Hidayet'in ülkesinin sorunlarına, insan olmaya, insanca yaşamaya dair çabaları, kimi zamanda çaresizlikleri vardır.

Hidayetname "Bir Eşeğin Ölüm Vakti Hal Diliyle Söyledikleri" ile başlayan kısa hikayesinde; ah bir dili olsa da konuşsa denilen, insanoğlu tarafından eziyet edilen zavallı bir eşeği konuşturarak, O'nun dilinden derdini anlatır: "Hayvanlara acımak temel olarak Doğu'da gelişen bir düşünce. Ayrıca, bütün peygamberler hayvanlara karşı zulmü yasaklamıştır. Okumuşlar, bilgeler, manevi değerler üzerine yazan yazarlar ve hatta şairler hayvan hakları konusunda birleşiyor. Örneğin Hakim Firdevsi, Allah ruhuna huzur versin, şöyle diyor: "Sırtında tohum taşıyan karıncaya işkence etme, çünkü o yaratık canlıdır ve hayat onun için tatlıdır." Ama bütün bu sözler, insanların acımasızlığını, sınırsız tamah ve hırsını önleyip sınırlayacak bir yasa olmadığı için, hiçbir sonuç vermedi..." "....Bu iki ayaklı yaratığın köleleştirdiği dilsiz bir hayvanın hayatının berbat sonucu bu..." Yazar, adaletsizliği, zulmü anlatırken bir yandan da ölüm düşüncesine takıntılıdır, bu düşünce Sasan Kızı Pervin, Ölüm, Sampinge ve Aysar öykülerinde kendini gösterir. Diğer yandan sizi 1932 yılının İsfahan şehrine doğru bir gezintiye götürürken, bir başka yazısında İran halk yaşayışında yer alan düğün, dernek ve halk inanışlarını detaylı olarak anlatır.

Kitabı okurken zaman zaman ara verip, yazıda bahsedilen İsfahan şehrine ait yerleri incelemeye koyuldum, yazarın alıntılarının peşinden gidip Mevlâna'ya ilham olmuş Ömer Hayyam'dan ilham almış Feridüddin Attar'ın Esrarnâme'sine ulaştım. Kitapta Kafka'nın Mesajı, (Peyami Kafka) başlığı ile yer alan inceleme Sadık Hidayet'in ömrünün son yıllarında yazdığı (1948) eserlerinden biri olup Kafka'nın eserlerinde var olan ruh halini anlatır. Satır aralarında Hidayet'in insanın yaşamdaki yerine dair sorgulamalarına da tanık olursunuz;

"...İnsanoğlu yapayalnız ve korumasız. Adı sanı belli olmayan, kendi yurdu olmayan uyumsuz topraklarda yaşıyor. Kimseyle bir ilişki, gönül bağlılığı kuramıyor. Kendisi de biliyor bunu. Bakışlarından belli çünkü. Bir şeyleri örtbas etmek, kendini kandırmak istiyor. Diyelim ki kişiliği ifşa oldu; biliyor ki ortada bir şeyi yok. Hatta düşüncelerinde, davranışlarında bile özgür değil. Başkalarından çekiniyor; aklamak istiyor kendisini. Bir delil uyduruyor; delilden delile atlıyor. ama delilinin tutsağı oluyor. Çünkü etrafına örülen çitten dışarı atamıyor adımını. 
   
Önümüze sayısız tuzaklar kurulmuş bir dünyada kaybolmuş gitmişiz. Tek rastladığımız şey saçmalık. Bu da korkuyu, ürküntüyü doğuruyor. Bu topraklarda kentlere, insanlara, ülkelere ve zaman zaman bir kadına rastlıyoruz. Ama sıkışıp kaldığımız bu koridordan başımız önde geçmemiz gerek. Çünkü iki yanımızda duvar ve burada her an yolumuzun kesilip tutuklanmamız mümkün..." 

Hak vermemek mümkün mü? Ve devam eder; "Başı zincire vurulmuş bir mahkûmiyet bizi izlemekte. Bize gösterilen yasaları tanımadığımız gibi bize yol gösterecek birileri de yok. Kendi işimizi kendimiz görmeliyiz. Kime sığınacak olsak "Sen miydin!?" deyip kendi yoluna gidiyor. Demek ki bilemediğimiz bir hata ettik ya da bildiklerimiz belli belirsiz şeyler. Bu bizim varlığımızın günahı. Dünyaya gelir gelmez yargılanırız ve tüm yaşantımız adaletin dişli çarkları arasından geçen bir dizi karabasana benzer. Sonunda ne şiddetli cezaya çarptırılırız ve boğucu bir gün ortasında kanun adına bizi tutuklayan kişi bıçağını saplar kalbimize; köpek gibi geberir gideriz. Cellat da suskundur, kurbanda. Bu içinde kişilikten eser bulunmayan bizim hayat kesitimizin alametidir ve yasası gibi alçakça, acımasızca görünür. Manzara yeterince korkunç olsa da, kalbimizden bir tek damla kan düşmez yere. Bıçağın ensemizdeki yeri bile zar zor seçilir. Günümüz insanı için tek kaçış yoludur yürek çarpıntısı. Yaşamı boyunca çarpıntısına ve nefes darlığına uğrayacaktır."

Kafkadan büyük bir hayranlıkla bahseder; "Kafka çok hızlı yazar. Tıpkı uyku ile uyanıklık arasında ki bir halde yazan Dostoyevski gibi O da öyküsünü bir gecede bitirir. Öykülerinde kılı kırk yarar; olanca dikkatini ve dürüstlüğünü sergiler. Verecek acil mesajı olduğu için yazar. "Kafka ne demek istiyor?" diye sormaya gerek yoktur. Söylediği anlatmak istediği şeydir.... "  Sadık Hidayet Paris'te kaldığı bir otel odasında intihar eder.(1951) Yazar hakkında yapılan yorumlarda Stefan Zweg etkisinde kaldığından bahsedilir ancak "Kafka'nın Mesajı" yazısında ele aldığı detaylı incelemede, sıklıkla hayatı boyunca kendini yok etmek için var olmuş bir Kafka'dan bahseder. Kimbilir belkide yazar kendini Kafka'nın yarım kalan öyküleriyle özdeşleştirmişti.

"Günümüzde insanlar hilesiz hurdasız adalete ve sağlam bir düzene susamıştır ve yeni gerçekleri dört gözle beklemektedir" (1948) Bugün şeriatla yönetilen İran'da Sadık Hidayet'in kitapları yasak. Sebebi intiharın islama aykırı olması. İran coğrafyasında yaşayan insanların acılarına dokunan öyküleri ile insanoğlunun zavallı, yardıma muhtaç bir canlı olduğunu anlatan Samed Behrengi ve Sadık Hidayet'in hayatlarının da tıpkı kitaplarında ki öyküler gibi dramatik bir şekilde bitmiş olması ne acı. İran'ın yetiştirdiği, insanlık için üzülüp, acı çekmiş iki koca yürek, başka başka yerlerde insanlar için çırpınıp durmuşlar bu dünya üzerinde ama bu koskoca dünyaya sığamamışlar. İnsanlar adalete ve sağlam düzene olan susamışlıkla ve yeni gerçekler için hâlâ umutla, dört gözle bekliyor.

2 Mart 2017 Perşembe

İNSANIN ANLAM ARAYIŞI. VİCTOR FRANKL





İnsanın Anlam Arayışı 166 sayfalık bir kitap. Bu incecik kitapta anlatılanlar ise 1946 yılından bu yana üzerinde en çok konuşulup, yazılan konulardan biri.



İnsanın hayata sıkı sıkı tutunmasının, güce sahip olmak istemesinin yahut da hayattan vazgeçmek istemesinin nedeni nedir? Frankl bu sorunun cevabını Logoterapi adını verdiği düşünme sistemiyle yahudi kamplarında yaşanan mücadelelerin tanıklığında veriyor. Zihninizde inşa ettiğiniz bir gelecek senaryosu varsa yaşama tutunma konusunda başarılı olma şansı da artıyor.

Kitaptan benim aklımda kalanlardan birincisi; Frankl toplama kampına alınırken SS görevlilerinden birine yanaşarak hayatının çalışması olduğunu söylediği henüz basılmamış kitabının taslağını korumak istediğini söyler, bu bilimsel bir çalışmadır ve O'nun için hayati bir öneme sahiptir, karşılığında aldığı cevap tek kelime olur; "Bok" .... Acımasızlığın, değersizliğin, kötülüğün en çarpıcı örneklerinden olan bir anı...

İkincisi kitabın sonunda toplama kampının yok edici koşullarında hayatta kalabilenlerin ortak noktasının gelecekle bağ kuran insanlar olduğundan bahseder. Güçlü bir gelecek hayali kurup bu hayaline inanan insanlar yaşama tutunarak kamptan sağ kurtulabilmişlerdir. İnsan ruhunun ve zihninin yarattığı bu geleceğe olan inancın gücü insanı her koşulda hayatta tutuyor. İşte Logoterapi felsefesinin temelini insanın olaylara olan bu yaklaşımı oluşturuyor.

Kitabı okumayanlara tavsiye ediyorum. Bu konuda güzel bir yazı ile devam etmek isteyenler Özgür Billur'un bu yazısını mutlaka okusunlar.

Küçük bir alıntı: 

"Şöyle bir etrafınıza bakın, hayata hiçbir katkısı olmamış ve hayatın güzelliklerini doyasıya yaşamamış insanlar nasıl da ölümden korkuyorlar. Ölümü anlamlı kılan anlamlı yaşamdır. "

"Dr. Frankl’ın kampta başından geçen iki olay, konuyu daha iyi anlamamızı sağlıyor. İlki, tifüslü hastaların bulunduğu kampa tıbbi yardım için gönüllü olmasının istenmesi. “Burada kısa sürede öleceğimi biliyordum. Ama öleceksem hiç olmazsa bunun bir anlamı olmalıydı” diyen Frankl, daha zor koşullarda yaşamayı (ya da ölmeyi) tercih etmiştir. İkinci olay ise, kamptan kaçma girişiminden son anda vazgeçmesi olmuştur. Hastalarını son bir kez ziyaret eden Frankl, bitkin bir sesle sarsılır: “Sen de mi kaçıyorsun?” Devamını kitaptan aktaralım: “Beni çepeçevre saran tatsız duygu daha bir yoğunlaştı. Ansızın kendi kaderimi kendi ellerime almaya karar verdim. Barakanın dışına koştum ve arkadaşıma kendisiyle gidemeyeceğimi söyledim. Ona hastalarımla kalma konusunda kararımı kesin bir dille söylediğim anda, o tatsız duygudan kurtulmuştum.”

Herkes yetenekleri ve eğitimi ölçüsünde, kendi vicdanını kullanarak hayat amacını bulabilir. O amaç uygun yapılan tercihler, bedeli ne olursa olsun sizi huzurlu kılar."



YAZININ DEVAMI:


Hayatın anlamı özgürlük ve ahlakın peşinden gitmektir.

http://www.turksolu.com.tr/hayatin-anlami-ozgurluk-ve-ahlakin-pesinden-gitmektir/

http://www.turksolu.com.tr/hayatin-anlami-ozgurluk-%E2%80%A8ve-ahlakin-pesinden-gitmektir/ 

10 Ocak 2017 Salı

YAŞANMIŞ BİR SATRANÇ HİKAYESİ


Sıcak bir yaz günü köhne tramwayın kalabalığından sıyrılıp biraz daha nefes alabilmek için kendimi vagonun en arka tarafında karşılıklı üç koltuğun bulunduğu boşluk kısmına doğru attım. Önünde dikildiğim ters ikili koltuklardan birinde altmış yaş üstü yaşlıca kapalı bir hanım teyze mutsuz bir yüz ifadesiyle oturmuş, yanındaki kıza ve hemen karşısında oturan türbanlı arkadaşına doğru gözlerini alttan alttan kısarak bakıyor, gençler kendi hallerinde konuşuyorlar, bende ayakta olmam nedeniyle bu manzarayı, içten içe muzip yanlarına gülerek, bütün ayrıntılarıyla seyrediyordum. Kadının bakışlarından içinde fokurdayan bir şeyler olduğunu anlamıştım ki bir süre sonra dayanamayıp, gözlerini diktiği kızın O'na tebessümle bakmasına karşılık olarak: "Kızım tamam o saçını çok güzel kapatmışsın ama giydiğin pantolon hiç olmamışş" dedi tıslayarak. Zavallı kızcağızın tebessümü hiç beklemediği bu tepki karşısında yüzünde dondu kaldı, o sırada kadın yanındaki kızı işaret ederek "böyle başı açık, pantolonlu dolanmak çok büyük günah, Peygamber Efendimizin hadisi var! Cehennemde cayır cayır yanarsınız sonra" diye devam etti. Bir anda hiç beklemedikleri bu saldırı karşısında neye uğradıklarını şaşıran iki arkadaş ilk şoku atlattıktan sonra, türbanlı olan kız; "Pantolon giymemde ne var ki teyze, herkes giyiyor zaten çok normal bir şey ki buu, benim üzerimdeki de uzun pantolonu örtüyoor, kıyafetlerimde ona göre bol... vs vs " diye anlatmaya başladı. Kadın "valla ben demiyorum kızım Peygamberimiz söylüyor! Çokkkhh büyük günah bu erkek kılığında dolanmak, diyanetin kitabında yazıyor! İnanmazsanız ona bakın valla kitap öyle, ben demiyorum!" dedi. Bu arada çevredekilerle birlikte bu konuşmayı izlemeye başlamıştık. Ah benim o herkesle her an her yerde sohbet eden tavrım bu konuya dahil olmadan edemedi, kaçınılmaz olarak... "O söylediğiniz şey, kadının erkek kılığına girip sahtekarlık yapması ile ilgili söylenmiş, ona bakarsanız erkeğin kadın kılığına girmesi de günah, bu gündelik kılık kıyafetle ilgili bir durum değil" dememle, çevredeki kulaklar bize doğru dönmüş, konuşma bizim aramızda devam etmeye başlamıştı. Kızlar yaklaşan durakta inmeye hazırlanırken, bu arada yaşlı hanım teyzenin karşısında boşalan koltuğa ben oturmuştum. Kadın; "valla diyanetin kitabında günah olan şeyler yazıyor ben ordan okuduğumu söylüyorum, Peygamber (S.A.V) Efendimizin hadisleri var. Pantolon giymek, tavla oynamak, satranç oynamak günah!" diye sıralamaya başladı. Hop bala paşam! "Niye günah oluyormuş tavla satranç?! Yok öyle bir şey teyze" derken, bizi dinleyenlerden bir beyefendi arkadan gövdesi ve başıyla uzanıp "Günah!" diye gürleyerek kadını onayladı, "oynaması değil! tavla ve satranç oynayarak zamanı boşa harcamak günah!" dedi kaşlarını bilmiş bir edayla yukarı kaldırarak. 
"Hayır efendim değil!" dedim... 
-Günah!
-Değil!
"Günahhh!!!" diye son kez ünleyerek durağı kaçırmamak için alel acele tramwaydan indi. Bu arada tramwayda son durağına yaklaşmak üzere olduğundan epey bir boşalmış, bende bu sayede rahatça nefes almaya başlamıştım. 

- Ah! Teyzecim ben çocukken bize sürekli radyo dinlemek, televizyon seyretmek çok büyük günah, derlerdi. Şimdi bunu söyleyenlere bak bütün televizyonlar, gazeteler, basın yayın holdingleri onlara ait, sabahtan akşama kadar o televizyonun içinden konuşup duruyorlar, sürekli ekranlardalar! Hani günahtı! Böyle şeylere inanmayın, bırakın gençler tavla, satranç gibi oyunlar oynasın, karşısında ki insanın beş on hamle sonra ne yapabileceği konusunda strateji geliştirmeyi, analitik düşünmeyi öğrensin, kendini geliştirsin! İnsanların düşünmesinden bu kadar korkmayın." Kadının kafası bu söylediklerim karşısında karışmışken üstüne: "Tanrı insanların düşündüğünden daha entellektüeldir, bu söylediğiniz şeylere takılacağını sanmıyorum..."  dedim muzırca... 


Zaten ineceğim durağa da gelmiştim. Bu son sözü söyledikten sonra hayretle dona kalan kadının elini avuçlarımın arasında muhabbetle tutup sizi tanıdığıma sevindim, sağlıcakla kalın diyerek indim. Tramway giderken arkamdan inanamaz ve allak bullak olmuş bir yüz ifadesiyle bakan hanım teyzeme sevgi dolu bir el sallamayı da ihmal etmedim. 






15 Aralık 2016 Perşembe

dört yapraklı yonca

"Yıllardır günlük tutmayı hayal ederdim. Şimdi vaktim var: bir şey düşünemiyorum. Yazdıklarımı okudum: aptalca sözler etmişim. Kendimi kötülemeye söz vermişim: onu da yapamıyorum. İnsan Kafka'yı okuyamazsa... bitiktir işi. Bir silgi gibi tükendim ben. Başkalarının yaptıklarını silmeye çalıştım: mürekkeple yazmışlar oysa. Ben kurşun kalem silgisiydim. Azaldığımla kaldım." O.A. Tutunamayanlar Sayfa 606

Bütün günlüklerimi yaktım Olric. Ben artık mutlu olmaya karar verdim. Bak ne kadar mutluyum. Benim dört yapraklı yoncam var. Bazen rasyönalistim diyorum bazen empiresyönist oluyorum, değişik bir psikoloji. Mucizeler gerçekten var. Artık inanıyorum. Seni bulacam dört yapraklı yonca demiştim. O beni buldu. 

Çocukken arkadaşımla mahallemizin parkında bulunan küçük yeşillik içinde uzun bir dört yapraklı yonca arayışımızın sonunda tam vazgeçmişken son anda bir tane bulmuştum. Arkadaşım bulamadığı için çok üzülmüştü ben de bulabildiğime inanamıyordum. Yoncayı günlüğümün arasına koydum ama sonra nasıl olduysa ne yazık ki oradan kaydoldu. Yıllar sonra çok şanssız olduğumu düşündüğüm yakın bir dönemde unutup gittiğim bu güzel anım aklıma geldi. Ondan sonra her şanssız olduğumu düşündüğüm anda bu anımı aklıma getirmeye karar verdim. Hatta dahası çok şanslı olduğumu biliyorum o dört yapraklı yoncayı tekrar bulacam demiştim kendime. Eğer onu bulursam çok istediğim dileğim gerçek olacak diye totem yaptım. Bugün çok sevdiğim güzel bir yürekle görüşmeye giderken değişen planlar beni Tophane'ye götürdü. İyi ki öyle oldu. Bu minik yonca beni buldu, ayağımın ucunda beliriverdi. Ben gerçekten çok şanslıyım. Dünyada hayatı boyunca iki kere dört yapraklı yonca bulabilen kaç kişi vardır ki... Ben buldum. Teşekkürler. 


Oraya buraya yazdığımız cümleler bizim için anlam ifade ediyorsa kaybetmemek gerek.



Çocukken pilli oyuncak bir savaş tankım vardı. (Tam kız çocuğuna göre bir oyuncak!...) Tankın önündeki ekranda savaş uçaklarının görüntüleri ve silah bomba sesleri dönüp duruyordu. Bana ilginç gelirdi. O zamanlar 7-8 yaşlarında mahallemde ki çocukları örgütler aşağı mahallede ki çocuklardan intikamımızı almaya giderdik! İşte bir daha bizim mahallemizde oynamayın tehditleri, göz korkutma, gövde gösterisi, tekme atma vs Tipimde hiç göstermiyor ya... Sonra onlar gelir bizi aynı şekilde korkuturlardı. Bir süre böyle devam etti... Bu klipte dönen uçakların bombaları attığı sahneler bana bu oyuncağımın ekranında dönen görüntüleri ve çocukça oynadığımız savaşçılık oyunlarını hatırlattı. Biz 80 darbesi sonrası büyüyen çocukların da garip bir ruh hali var, hep söylerim bizler geçiş toplumunun geçememiş iki arada bir derede kalmış çocuklarıyız. Savaş korkunç bir şey.