30 Mart 2012 Cuma

aklıma üşüşenler

Hafızamı tazeleyen geçmişe ait güzel şeyler aklıma üşüşüyorlar. 80'lerde pazarda su satmak diye bir şey vardı. Ellerinde bir sürahi su ve bir bardak ile pazarda dolaşan ve bağıran çocuklardı. Pazarcı amcalara yazın o en sıcak günlerinde bardağı 1000 liradan soğuk su satarlardı. Bu çocuklar arasında gerçekten çok özendirici bir işti. Sanırım yedi yaşında olduğum günlerden bir gün bende aynını yapmak istemiştim, tabi annem bu kararımdan habersizdi. Boş bir şişe buldum ve çeşmeden doldurdum. O zamanlar suyu çeşmeden içerdik. Yanıma karşı daireki arkadaşım Emel'i de aldım. Şişeyi ben taşıdım, bardağı o taşıdı ve başladık pazarda bağırmaya, " Buuzz giibii soğuuk suudan içeen" Bu şirin minikleri gören pazarcılar, küçük girişimciliğimizi desteklemek için "ver bakalım bir bardak" deyip hiçte soğuk olmayan suyu içtikten sonra "ama su soğuk değil" diye sordular. Ne diyebilirdim, ben işin o kısmını atlamıştım, suyu satmak için bu şekilde bağırıldığını biliyordum ya işte, daha ne yapacaktım...Yinede parasını ödemişlerdi.

İkinci iş deneyimin mahallemizin bakkalı Metin Abi'nin hesap defterini ve kasasını işletmekti. Daha doğrusu meraklı kişiliğimden ötürü iş üzerime kaldı. Bundan hiç para kazanmadım ama müşteriden alınan paranın üstü nasıl doğru hesaplanır öğrenmiştim. Ara sırada Metin Abi'nin Velespitine binebiliyordum.

Üçüncü iş deneyimim 8.sınıfın ara tatilindeyken mahallemizin fason üretim atölyesinde olmuştu. Yine annemden habersizdi. Uykucu mu uykucu olduğum halde, sabah erkenden işe giden annemin ardından hızla kalkıp bir saatte evi derleyip toparlayıp, sobayı akşam tutuşturulmak üzere güzelce temizleyip doldurup, akşam yine annemden önce eve dönüp usulca onu beklemiştim.
Bu tecrübem annemin durumu öğrenmesiyle sadece üç gün sürebildi. O kısa deneyimimden küçük bir para kazanmıştım tabi. Onunla da ilk sevgililer günü hediyemi almıştım. Bunları cv'me eklesem bir faydası olur mu acaba?

Yaşadığımız gecekondu büyük bir bahçenin içindeydi. Anneannem her yıl bahçenin önünde belirli bir yere nane ekerdi. Bütün mahalle gelir toplardı o nanelerden. Bazı akşamlar o ferah ferah kokan nanelerin yanına uzanır çook uzaklarda ki uzayı seyrederdim, bazı sabahlarda ablamla patlamış mısırlara benzettiğimiz bulutların  neye benzediğini bulmaya çalışırdık. Patlamış mısırlardan bulutlara uzanan çocukluk ruhum, bugünlerde aynı merakla bahar yağmurlarını seyrediyor,  gökten vitamin yağıyor. ( Bakınız: http://baharyagmuru.blogspot.com/2012/03/bahar-yagmuru-neden-etkilidir.html )




...Misâkâ derler...


Çocukluğumda yaz tatillermin ilk günlerinde, semtimin camisinde yazın açılan Kuran kurslarına giderdik. Camilerdeki Kuran kurslarına küçük semtlerin sosyalleşme alanları diyebiliriz. Şimdiki bir kısım çocukların yaptığı gibi yaz / bilim / spor kampları gibi şeyler moda değildi, ailelerimiz o kadar bilinçli, eğitim bu kadar ulaşılabilir değildi. Elimize elif be te se cüzümüzü alır camiye yollanırdık. Bazen çok saçma sapan şeyler öğrendiğimizde oldu, çok eğlendiğimizde oldu. Hayal dünyası geniş bir çocuk için şimdilere ilginç pencereler açabiliyor. En zor kısmı ayaklarımızı kıvırarak oturmak zorunda oluşumuzdu. Ben bir pasaklılık örneğiydim, camiden sonra bütün gün tülbenti kafamdan çıkarmazdım ve sürekli eşarbımın ucunu emerdim. Eşarbın tuzlu ve benim hoşuma giden ilginç bir tadı vardı ve doğal olarak annem bu durumuma çıldırırdı. Kuran'ı okuyabilmek için bir cüzü bitirebilmek gerekiyordu, bunu başarabilmek genelde mümkün olmadığından cüzü okumaya her yaz en baştan başlıyorduk. Neyse ki sonunda daha kolay bir cüz verdiler elimizede bu kısmıda atlattık. ( Şimdi yazınca dikkatimi çekti "cüz" ne ilginç bir kelimeymiş yav. )

O zamanlarımızda öğrendiğimiz şeyler bazılarıda bir islam ilmihalinde geçen, "her müslüman çocuğunun bilmesi gereken sualler" diye başlayan sorular ve cevaplarıydı. Neyse tabi bunlar küçük ayrıntılardı o yaşlarımız için ama şimdilerde düşününce fantastik romanlardan alıntılanmış senaryolar gibi görünüyor. O "suâlerden" birini aklımda kaldığı şekliyle çok net hatırlıyorum;

" - "Belâ" neye derler?
  - Misâkâ derler. Yani Cenabı Hak ruhlarımızı yarattığı vakit bunlara hitaben "Ellestü bi rabbiküm" diye sordu, onlarda evet Belâ sen bizim rabbimizsin dediler.."

Burada bahsedilen Belâ, Allah'ın isimlerinden biri ama bunu bilmeyen, konuya uzak olan birine bu bela nasıl bişiy, bir romanın baş karakterimi yoksa sihirli güçleri olan belalı bir karakter mi diye düşünebilir. Nitekim, çok önceleri bir kısmını alıntılayarak ruhsal durum çubuğuma yazdığımda, satanistçe şeyler yazmakla suçlanmıştım. Bende anne babalarımızın bu tür konulara bizlerden önce âşina olduğunu düşünerek yaşlı bir annesi olduğunu bildiğim o kişiye; o zaman al bu cümleyi annene götür o ne anlama geldiğini sana anlatsın demiştim. Sanırım beni yanlış anlamıştı.




ÇIZIK & MÜZMİN SEVGİ KELEBEĞİ


Genelde yolda bakar kör gibi yürürüm, hiçbir tanıdığı, eşi, dostu, herhangi ilginç olabilecek şeyi görmem. Zihnim ulaşacağım şeye odaklı olduğu için o esnada tesadüfen karşıma çıkarsan, suratının ortasına baktığım halde yanından geçip gidiyorsam anla ki seni görmemişimdir.  Beni tanıyan kişiyi farketmem için burnumun dibine kadar sokulup, bana el sallaması gerekiyor.

Yani hayatımın yüzde 90’lık bir kısmında dünyaya böyle baktım. Bu bir bakıma ilişkilerime de yansıdı denebilir. Bugüne kadar ilgilendiğim ya da hoşlandığım insanların ilgi alanına girmek için hiçbir çabam olmadı ( hoş buna ihtiyacımda yok ). Niye böyle bir çabaya giresin, doğal seçilim diye bir şey var, aynı enerjiye sahip o güzelim insanlarla ben birbirimizi buluyoruz, sonuçlar gayet güzel oluyor. Buna karşın hayatıma zorla girmek isteyen çok insan oldu. Bu güzel bir şey tabi ama sonrası benim için hiç keyifli olmuyor. Zamanla ben bu insanlar için, sevgisini, sıkıntısını problemini paylaşırken kendisini usulca dinleyiveren bir insan kaynağı durumuna düşüyorum.  Hayatıma girip, sevgimi sömürüp, borç para isteyebileceği, özel eşyalarıma dadanacabileceği, gelip evimi, soframı, enerjimi, gülüşümü, iyi niyetimi kullanabileceği bir sıçrama tahtası yapıyor beni. Evet Hayatıma zorrrla dahil olanları kastediyorum, onları fark etmediğim halleriyle kalbimi kazanmak için karşımda parendeler atanları, bencillik, huysuzluk ve kabalıkları en doğal hakkı sananları…

Tamam kabul ben bir müzmin sevgi kelebeğiyim. ( Müzmin kelime anlamı; “uzun zamandan beri süren” anlamına geliyormuş. Genelde olumsuz bir kullanımı var ama sevgi gibi güzel bir kelimeyle yan yana fena durmuyor. ) Ama bu ruh emicilere bir çift lafım var buradan; Ehhh! Yeter beh! Ben sizin stres topunuz, ego törpünüz müyüm canım! Bi düşün gidin yakamdan, yapışkan şeyler! Üzerinize kocaman bir çizik attım, artık yoksunuz benim hayatımda. Hıh…



22 Mart 2012 Perşembe

bödöff !!


Koca kazık oldum hala çizgi film seyrediyorum. Ama bunun yetişkin olamamakla bir ilgisi yok. Bir zamanlar bayıla bayıla izlediğimiz ve okuduğumuz karakterleri çizenler hepsi zaten senin benim gibi yetişkin insanlar. İnsanlar büyüdükçe çocuk olmanın yaratıcılığını kaybediyorlar, toplum baskısı bu değerli duyguları unutturuyor. Ben hala içindeki yaratıcı çocuğu yaşatan o koca kazıklardanım.

İşte benim en sevdiğim karakterlerden biri. Bana göre çizgiler dünyasının " en kendisine saygısı olan adamı" Zıçan Adam. Hatırladığım en kişilikli çizgi karakterlerden biri. Artık söyleye söyleye kalıplaşmış "sizi terbiyeye davet ediyorum" bıdılarının zaten bir sonuç vermeyeceğini bilir, alın ulan der ve konunun ortasında daha fazla dayanamayıp bombayı patlatır. Daima haklının yanındadır, kendisine yapılmasada haksızlıklar karşısında fazlasıyla duyarlı ve empatik olduğu için dayanamaz tepkisini bödöff!!! diye koyuverir.  


Keşke yaşadığımız tüm bu boktanlıkların içinde her birimiz bir Zıçan Adam olabilseydik, teröre, benzin zamlarına, zorla dayatılan bölünmüşlüğe, kitlesel tecavüzlere şöyle kocaman sevgi dolu bir BÖDÖFF!! diyebilseydik... O zaman bu dünya daha yaşanılır bir yer olurdu!..Hepinizi Zıçan Adam olmaya davet ediyorum.






çocukluğumun paslı çivilerine dair


Burçin’den sonra en sadık posta arkadaşım Türk Dil Kurumu. Her gün bana düzenli olarak değerli bilgiler gönderiyor. Genelde yazışmalarım hep tek taraflı olmuştur. Çünkü ben on parmak yazan  geveze parmaklara sahip olduğum için ve yazacaklarımın sonu hiç gelmeyecekmiş gibi yazdığımdan sonunda benim dışımda herkes pes ediyor.

Ben bir bayankuşum, yani geceleri uyuyamayanlardan. Çocukken de geceleri uyuyamazdım. Zorla beni yatırmaya çalışan annemin uyumasını bekledikten sonra gecenin karanlığında sessizce bir mum yakar ve bahçeli gecekondunun ıssızlığında heyecanla kitap okumaya koyulurdum. Bazen de şimdi bana saçma sapan gelen şeyler karalardım, nasıl tatmin olurdum, nasıl mutlu olurdum, anlatılmaz yaşanır. Tabi o zamanlarımda iş bulmak, para kazanmak ya da kapitalist, berbat, boktan dünyanın kaygılarından bi-haberdim. Bolca kuşlara ve bahçedeki otlara sevgi beslediğim yaşlarımdı. Baharın gelişini bir sabah ansızın açan papatyalardan ve kırmızı gelinciklerden anladığımız zamanlardı ve ablamla birbirimizi bunun için heyecanla uyandırırdık. Açan çiçekleri ilk gören kişi olmanın, yeni olgunlaşan kayısıları ilk kez koparıp yemenin telaşında geçen, her yıl nisan ayında bahçemizde mantar gibi bitiveren yavru kediciklerle birlikte sıç sıç sıçrayarak oyunlar oynamanın mutluluğunda...

Bunları neden anlatıyorum. Sıradan bir çocukmuşum gibi davranıp aslında sıradan olmadığımı fark ettiğimi imâ eder gibi. Oysa benim zamanımda tüm çocuklar buna benzer şeyler yapardı. (Geceleri uyuyamamak hariç sanırım.) Duvarlara, ağaçlara tırmanıp, yeni yapılan inşaatların üst katlarından, zemindeki kumlara atlayarak ucuz kahramanlıklar yapıp eğlenen, çelik çomak oynayan, çamura havadan marifetli atışlarla saplanan dev paslı çivilerle labirentler çizen, çamurdan oyuncaklar yapan çocuklar. ( Ah evet dönüşen kentin dev oyuncaklarıydı inşaatlar ) Bunları daha çok erkek çocuklar yapardı ama ben kız ve erkek diye bir ayırımı hiçbir zaman onaylamadığım için ne oyun bulduysam onu oynadım.

Şimdilerde de ne iş bulduysam o işte çalışıyorum. Buradan bakınca inşaatlarda oynayan çocuktan olsa olsa amele olur gibi görünüyor. Amele değilsem bile bir amelecik olabilmişsem, şu gariban dünyanın çamuruna bir paslı çivide ben çakabilmişsem ne mutlu bana.



Yani ben hep böyle kendi kendime takılıyorum.
Gündüzleri uyuyabiliyorum ayrıca.
Ayrıca 80'lerde çocuk olmak birazda böyle bir şeydi...





11 Mart 2012 Pazar

niye başlık atıyorum yazılarıma anlamadım


Sahi ne kadar ciddiye almışım bu blog yazma işini. Halbuki günlüklerime başlık atmam direkt konuya girerim. Bir bakıma takdir ettim kendimi, aslında ben sadece kendi kendime konuşuyorum burada biliyorum. Sanırım bu durum biraz, çalıştığın ofisteki kameranın direkt senin masana doğru bakmasına benzer bir duygu yarattı bende, yani paranoyakça, aslında beni gözetleyen kimse yok.


Herkesi kendi gibi sanıyor insan. Bende öyle sanıyorum, herkes benim gibiymiş gibi. Bence her şehir insanı günü gelince bir çiftlikte, köyde yada doğa ve denizle iç içe olabileceği bir yerde yaşamak istiyor. Şehir insanı çok yoruyor be ya. Neredeyse bütün ömrüm toplu taşıma araçlarının kalabalık aceleciliğinde geçti. Hemen hemen tüm toplu taşıma araçları ile ilgili belirli bir tecrübem var. Minibüse binerken kimseye nasıl sıranı kaptırmamalısın, yanında gerinerek oturan adama biraz toparlanması gerektiğini anlatma yöntemleri, ya da binbir çeşit rica yöntemleri. Öğreniyor işte insan.

a- Sakızınızı yavaş çiğner misiniz lüTfen

a- Tespihinizi kulağımın dibinden çeker misiniz lüTfen
b- İbadet etmiyim yani öyle mi!
a- !?%

a- Çocuğunuza bağırmamasını söyler misiniz BaYan?
b- Aaa napıyım ayol küçücük nasıl anlasın durmuyor!
a- Ama bakın sustular şimdi, demek zeki çocuklarmış laftan anlıyorlar.

a- Ay yeter kardeşim bar bar bağırıyorsun bir saattir, kızlardan beter oldunuz, bir sus artık, kafam şişti yahu!
b- Turistlerde böyle bağırarak konuşunca onlara bişe demiyorsun ama dimiiiy !!!
c- En iyi Türkçe uyarı yapabiliyorum ben!

Zamanla tabi otobüs, tramvay, vapur, metrobüs, dolmuş derken, öyle akıp giden kalabalığın bir parçası oluyorsun. Durup napıyorum nereye gidiyorum ben filan demese bir dolu gidiş gelişlerin içinde olduğunu anlamayabilir bile insan. Hele bu kadar uzun yıllar toplu taşıma araçlarını kullanınca, bazen otobüsün camı, tutunma bariyerlerinin sapı, kapının kulpu, koltuk aralarında kalan tekerleğin boşluğu, bütünleşiyorsun. Bukalemun gibi toplu taşıma neyse sende o'sun. Bazen görüyorum sanki otobüsü şöför değil yolcular kullanıyorlar, kucak kucağa. Haha... bir keresinde Yusufpaşa'dan Taksim'e giden bir otobüse bindiğimde şöför amca neşeyle ünlemişti; " Hoşgeldiniiz efendim, iyi günler, nasılsınız? " ve sırayla otobüse binen herkesi böyle mutlu nidalarla karşıladı. "Vala sizi gördük daha iyi olduk şöför amca, zira soğuktan totomuz dondu" :) Amacı neydi bilmiyorum ama büyük şehir belediyesinin yolcuları kobay olarak kullandığını düşünüyorum. 
( Hâlâ misafir oyuncu edasıyla yazıyorum sanki. Aslında iç sesim ben, evet ) 

Asıl en önemli konu ise İstanbul'da 'toplu taşıma sporculuğu' diye bir meşakkatli bir spor eylemi, artık vardır. Tramvaya bin sonra in sonra merdivenlere koş koş daracık üst geçitlerde yürüyüş maratonunda gibi sağlı sollu boşluklara hızlı kayma marifetiyle ilerle, bankolardan geç, yoksa akbil doldur, tekrar bankodan geç, asıl önemli kısım otobüse binerken başlar, İstanbul insanı gerçekten başarılı bir tırmanış ustası. Kapılar açılır açılmaz aynı anda hem inilebilen hem binilebilen ve on kişinin önüne geçilebilen nadide bir spor ortamı. Evet, yurdumun toplu taşıma hayatında sürekli bir sıradışı hareketlilik var ve bu daha ilk durakta başlıyor. İnsanlar metrobüse daha binmeden tepişmeye başlıyorlar, öne atılan ayaklar, dirsek tepmeleri ve kapıya denk gelen duruş noktasından bir milim bile kımıldamamak için verilen azimli sabit duruş mücadelelerinin sonunda metrobüsün kapısı ile aynı anda hareket eden bedenler, daha metrobüs gelmeden göze kestirilen yerlere, popolar bir metre ilerden konduruluyor ki, daha önce kimse oturamasın oraya, çok oryantalist.

Ah İstanbul'suz yapamam bir başka şehir filan geyiklerine girmeyeceğim, toptan hepsine katılıyorum. Tek kullanmadığım aracı, scooterı yakın gelecekte ulaşım aracı olarak deneyeceğim. "Peki bakalım"

( peki bakalım'a selam olsun burdan, şayet görürse tabi, görürsen söyle olur mu? )

Kalabalık metrobüs resmi ararken aynı konuda başka bir yazı buldum, buyrun burdan http://teynist.blogspot.com/2011/04/toplu-tasmann-zararlar.html 







7 Mart 2012 Çarşamba

KUYMAK



Kuymak; diğer bir deyişle muhlama. Söyleyişler yerine göre muğlama, mıhlama diye değişebiliyor. Temelde hepsi aynı şey; mısır unu, bol tereyağ ve peynir ile yapılan muhteşem karadeniz yemeği. Ben nasıl yapıldığını çok iyi bilmem ama bizim ailede çok meşhur ve sevilen bir yemektir. Vakti zamanında teyzelerimi Trabzon'a, Rize'ye gelin verdikleri için ne mutlu bana ki bolca yeme şansına sahip oldum. Bu tadı çok iyi bilenler bilirler ki "o başka bişedur" :)

Geçtiğimiz aylarda, Taksim'de çok zaman önce 'Karadeniz Yemekleri' yazısı görüp zihnime not ettiğim bir mekâna gitme fırsatım oldu. Araştırmak isteyenler için adı "klemuri"
Bugüne kadar yemek yediğim yerleri hep hislerimle bulduğum için ve daha önce bu mekanın adını bilmediğimden internetten araştırmamıştım, gitmeden önce klemuri hakkında hiç bir fikrim yoktu açıkçası ama benim için menüde kuymak olması yeterliydi. Sonrasında internetten gördüğüm kadarıyla farklı ve güzel seçenekleri varmış. Biz kuymak ve onun yanında olmazsa olmazlardan mısır ekmeği siparişi verdik. Gerçekten kuymağın hakkını verdiler. Mısır ekmeği için bana kalırsa biraz daha çalışmaları gerekiyor. Kuru ve tadı tam kıvamında değildi. Belki yoğurdu ve yağı biraz artırılabilir. Mısır ekmeği serviste sıcak gelseydi, üstünde hafif dumanlar tütseydi tam olurdu. Mekan çok sıcak ve samimi bir ruha sahip, orada oturup keyifle çayımı kahvemi içip dergimi karıştırabilirim. Kitap ayıracı koleksiyonum içinde orada bulunan güzel renkli ayraçlardan bir kaç tane aldım :) kitap ayraçlarını gördüm mü dayanamıyorummm...

Diğer yemeklerini denemek için tekrar gideceğim. Eğer kuymağın tadına bakmak isterseniz, haydin cidelum uşaklar.


6 Mart 2012 Salı

ne çok şeyi unutmuşum

Zamanın hızlıca geçip gitmesine alışığım. Bir yıl bir gün gibi geliyor çoğu zaman ama geriye dönüp baktığında ki; insan geriye dönüp bakmamalı, hadi baktı diyelim öyle uzun uzun baka kalmamalı; ne çok ufak ve güzel şeyi unuttuğunu görüyor. Oysa ben her geriye dönüp baktığımda nerede beni gıcık eden, anlamsız bir dolu abuk şey var onları görüyorum. Yani sanki. Öyleyse iyi ki de güzel şeyleri not etmişim. Sanırım.