19 Temmuz 2012 Perşembe

ah bir gezgin olsam

Salt Galata 1. Kat Duvar Kağıdı ve Nehrin Hakkı sergisinden bir kesit.

















ev sahibiyle fiskos
Zaman zaman "ah bir gezgin olsammm, la la laaa llaaa" diye bir ninni tuttururum, gezgin olamadım ama her fırsatta, bugün yaklaşık 15 milyonluk bir şehir olan İstanbul'umda bir o yana bir bu yana dolanı dolanıyorum, bu dev kalabalığın içinde bir damla su misali akıp giderken buhar olup başka başka memleketlere sızmanın hayallerini de cebimce taşıyorum. Ahh bir gezgin olsammm... Her fırsatta uzun uzun yürüyebileceğim ve bu şehre özel sevdiğim şeyleri yiye içe, sergilere müzelere gire çıka, dostlarla bol bol konuşa konuşa anılarıma anı katacağım yerlerde geziyorum. Hadi gell, bu sefer nerelerde gezinmişim sana da göstereyim.


Eski olması bir binayı neden kıymetli hale getirir? 1892 yılında inşa edildiğinde dönemin en büyük ve en ihtişamlı binası olan eski Osmanlı Bankası binası Fransız asıllı Levanten Mimar Alexander Valuri tarafından tasarlandı. Tasarımında neo klasik öğelerin ağırlıklı kullanıldığı binanın bir diğer özelliği İstanbul ve Haliç'e bakan arka cephelerinde kullanılan neo oryantalist üsluptur. Bu mimari bankanın zamanla çoğalan şubeleriyle birlikte Karaköy, Beyoğlu bölgesinde yapılan döneminin aynı tarz modern yapılarına da öncülük eder. Eski sokaklara çakılmış asırlık ruhlar gibi hâla ayakta duran kimisi harap bu binalar, aralarında dolanırken bana eski zaman insanlarını hatırlatır. Bina Garanti Bankasının mülkiyetine geçtikten sonra Mimar Han Tümertekin ve ekibi tarafından restore edilerek bugünkü haline getirildi ve müze olarak ziyarete açıldı. Şimdilerde SALT Galata olarak sergi, kütüphane, kafe, Osmanlı Bankası Arşiv bölümleri ile halka açık bir sanat merkezi konumundadır. Akademi yıllarımdan beri adeta koklaya koklaya ardına düştüğüm bu binanın bulunduğu sokağa mutlaka yolumu düşürür, kapıları açıksa içeri girerim. Öğrenci olduğum vakitler uykusuz geçirilen projeye hazırlık günlerinin ertesinde Beyoğlu'nda gözüme kestirdiğim galerilerde uyumak gibi bir eğlencem vardı, vakti zamanında Garanti Galeri'nin İstiklal üzerinde ki geniş camekanlı yerinde de uyumuşluğum vardır. Ahh bu SALT Galata'da uyumak ne kadar güzel olurdu! Lâkin tarihi bir mekanda uyumanın keyfini vermesede kafesindeki sandalyelerde keyifle kahvemizi yudumlamak da  güzeldi. Böyle bir mekanda Türk Kahvesi içilir ve servisi de ona yakışır olmalıdır, servis üzerine daha özenli çalışmaları gerekiyor... Salt adını almadan önce Mimar Sedad Hakkı Eldem tarafından tasarlanan mimari çalışmaların asıllarından oluşan bir sergi vardı; elde, özenle ve tüm detaylarıyla tasvir edilerek çizilmiş bu harika proje paftalarına yakından bakabilme deneyimi gerçekten bulunmaz bir fırsattı. Ustanın çizimlerinden oluşturulan hediye kartpostallar kütüphanemin en değerli üyeleri oldular. Bugünlerde yine keyifli sergilere ev sahipliği yapan müzedeki Nehrin Hakkı sergisi için elde ettiğim kanıtların bir kısmına buradan bakabilirsiniz. Müzenin kafe bölümünde bulunan tuvaletler Autoban tarafından tasarlanmış, bugüne kadar içinde bulunmaktan keyif aldığım nadir ıslak mekanlardan biri. Sırf burada ellerimi yıkamak için gezip tozup günün sonunda yine kürkçü dükkanı gibi bu müzenin lavabosuna uğrayabilirim. Duvarlarına boydan takılmış aynalar, dairesel biçimli lavabo ve tavandan su kanalı gibi uzanan zarif boru çeşmelerle birleşen ıslak mekan tasarımıyla eğlenceli bir yanılsama elde edilmiş. Alt tarafı tuvalet amma da abarttın deme, bir mekanın oluşturuluşunun altında yatan düşünceyi anlamak istersen ilk bakılacak yer tuvaletlerdir. Tuvaletleri özensiz olan bir mekana karşı saygım kalmıyor tabi ki Salt projesinde Han Tümertekin ekibinin yanı sıra iç mekanlar içinde farklı tasarımcılar ile çalışmışlar. Merak edenler detayları buradan okuyabilir. Eski mermer basamaklardan yukarı doğru çıkarken ara kata yerleştirdikleri sedirde bir uyusam belki burasıda benim için tasarlanmıştır hımm... 

Buradan müze yetkililerinin kulağına biraz su kaçırmış olalım.
Pazar günü gittiğim için kütüphane kapalıydı. Kütüphanenin kapısını bisiklet kilidi olarak kullanılan bir zincirle kapatmış olmaları bana çok garip geldi. Acaba bu özelikle mi yapılmış diye sordum görevliye, kilit mi bulamamışlar neymiş tam bilemedi ama hem böyle bir müzenin pazar pazar kütüphanesinin kapalı olmasına içerledim hemde kapılarının böyle garip bir biçimde kapatılmış olması komik geldi, peh! Kütüphaneyi tasarlayan ekiple mi ilgili bilmiyorum ama bu durum karşısında hemen orada fikrim geldi! 
Kapıyı kapatacakları kilidi hapishane kelepçesi olarak hayal ettim. Müze farklı düşüncelerin ifade edilebileceği performanslar için ilginç ve nitelikli bir yer, şu olay bile bana ilham verdi! Yaklaşan 13.İstanbul Bienali içinde böylesi güzel mekanları görmek isterim.


Son olarak her gidişimde fark ediyorum, sorularıma ve ilgime daima karşılık bulduğum müze personeli hep güler yüzlü ve mutlu görünüyorlar. Böyle bir mekanda insan mutlu olmazda ne olur.

18 Temmuz 2012 Çarşamba

İstanbul, ben, beni, bana dair


İstanbul, yazı çizi ile uğraşan her insanın kaleminin ucuna konmuştur. Her ne şekilde olursa olsun illede kendinden bahsettirir. Bende bir vakitler kendimce O'nun hakkında şiirler karalamıştım. Denemelerimden iki eski yaprak...



İstanbul                                        
Benim şehrim sensin
Kürkçü dükkanım sen
Sevgilim sen.

Işıklarına hayran olduğum
Seyretmeyi sevdiğim şehir sensin.
Benim varlığımı duyuyor musun?
Kaç Zeynep arşınlıyor
Sokaklarını, caddelerini…

Denizini kaç seven göz seyrediyor
Kaç genç kız yüreği çarpıyor
Kaç sevda büyüyor üzerinde
Kaç gözyaşı besliyor sularını
Kışlarında kaç çocuk titriyor!

Haberin yok!..

2005







İSTANBUL

En kötü kokular arasında
Hala masum pırıltılara sahip
Bir çocuk
İstanbul

Mevsimsiz rüzgarların
Çamurlu kırlarını okşadığı
Sonbahar yaprakları serçelerinin
Dal dal cıvıldadığı

Bütün gün yağmurlarında
Gezdiğim, koştuğum,
Yol kenarı sularıyla
Cıp cıp oynadığım şehir
İstanbul

Burnu büyük semtlerinde
Yırtık çizmelerimin toz attığı
Selpakçı çocukları
El ele sahil aşıkları
Cici kafeleriyle
Masalım İstanbul

Viraneleri
Sarhoşları
Evsizleri ile
Acıdığım İstanbul!

Bozacıların
Binalar arasında
Bir başka yankılanan sesiyle
Buruk gecelerim İstanbul

Karanlıklarında ümitleri
Aydınlıklarında üniversitelileri
Kaldırımlarında
İşsizliğim İstanbul!

Aşk
Ayrılık
İmkansızlık
Vazgeçilmezimsin İstanbul.

1999 

( bu yazdığımı şimdi beğenmiyorum ama yazmışım işte be yaaa, duygusu güzel )








2 Temmuz 2012 Pazartesi

mini mini birler iştahlıdır ikiler ham yapar üçler



Off patladım, çatladım, canım çok sıkıldı derken en sonunda bir fırsatını bulup uzun zamandır tıkılıp kaldığım ofis-ev arası rotadan çıkmayı başardım ve geçtiğimiz haftasonu kendimi İstanbul sokaklarına attım. Kalabalıklar arasında ve trafiğin keşmekeşinde olmaktan hoşlanmadığım için kendim için belirlediğim yürüyüş mekanlarında gezdim de gezdim, dostlarımla bir araya geldim, bol bol muhabbet ettim ve hiçbir şeye doyamadan gündüzü geceye kattım. Evinde harika yemekler pişen ve daima önüne konan herşeyi iştahla yiyen bir çocuk olduğum için arkadaşlarım bana "homini gırtlak" lakabını takmışlardı. Şimdi elinde kaşıkla çocukların peşinde dolanan insanlar görüyorum, bu çocuklar neredeyse her yemeği seçiyor, hiçbirşey yemiyorlar, bunlar nasıl büyüyorlar çok merak ediyorum. İçinde bulunduğum ömrümün bu en güzel gezme, yeme, içme, eğlenme, bilme çağlarımda her ânımı, şimdiyi, doya doya yaşamak için bana gereken iki şeye dâima önem veririm, onlar olmazsa olmaz; birincisi birlikte vakit geçirmekten zevk aldığım dostlarım ikincisi ise tabi ki kaliteli yemekler. Nede olsa memleketimizin âdeti böyle biz dâima muhabbet ile sofrayı birlikte kurarız. Beğendiğim mekanları ve lezzetleri işaretlerim, ardından giderim, sıkı sıkıya takip ederim ve ürettikleri yiyeceklere olan sadakatlerini kaybederlerse onları terk ederim. İşte bu haftasonu güne başlamak için bu iki önemli şeyi yanıma aldım, dostlarımla birlikte daha önceden burada kahvaltı yapacağım diye işaretlediğim mekanlardan birine, Aslı Börek'in Yayla şubesine, anne yemekleri gibi lezzetli atıştırmalıkların olduğu yere gittim. Neyse ki güzel efil efil esen bir köşede masa bulabildim. 


Şimdi bu noktada hemen belirtiyimmm uff sende mi reklam kokan hareketler yapıyorsun diyeceksiniz, o sıkıcı tek düze mekan yemek tarifleri filann. Hiç de bile öyle değil, biliyoruum biliyorum bu biraz deneysel bir blog oldu, henüz belli bir konu etrafında tek tip yazmıyorum çünkü, ruh halime göre kalbimdeki temiz yapraklardan hangisi öne çıkıyorsa onu yazıyorum,  şiirdi deneysel hikayelerdi, anıydı filan, bu yazı içinde içimden böylesi geldi, damak tadıma göre bir yazı yazmak.Tabi ki bu yazı bir tesadüf değil, daha önceden dediğim gibi işaret koyduğum bazı lezzet durakları hakkında yazılar yazmayı düşünüyordum. Aslı Börek'i seçme sebeplerim öncelikli olarak mantı dahil üretilen herşeyin elde yapılıyor olması, mutfaklarında makina dahi kullanılmadan her ürün özenle evimizde ki geleneksel yöntemlerle üretiliyor ve enn önemlisi kullanılan yağlar birinci kalite. Aslı Börek'e giderken hazırlıklıydım, yanımdan hiç ayırmadığım sevgili ipodumla çok başarılı olmasa da belge niteliğinde fotoğraflar çekebildim.


Kahvaltı sırasında uzun zamandır ilk defa görüşmenin heyecanı ile iştahla ve sürekli çene çalıştırarak tabaklarımızı bitirdik. Pazar kahvaltısına mis gibi kokan tazecik bir yudum çayla başlamanın verdiği mutluluk paha biçilemez. O ilk yudumu alana kadar uyanamamış olduğumu farkettim, halbu ki güne erken uyanmış sabah sporu olsun diye yolun bir kısmını yürüyerek gitmiştim. Kahvaltı sona erdiğinde farkında olmadan iki demlik çayı tüketmiştik bile. Yine homini gırtlaklık yapıp kahvaltı tabağındaki su böreğinden ikinci kez aldım, jambonları arkadaşımın tabağına postaladım ve tabağımı afiyetle silip süpürdükten sonra kahvaltı servisimizi hızlıca yapan güleryüzlü ekipten Merve'yi yakalayıp birazcık soru yağmuruna tuttum, Aslı börek'in sahibi kimdir, necidir, mutfağın lezzeti nereden geliyor? İlk olarak 1998 yılında İstanbul Göztepe semtinde kurulmuş, üç ortaklı, diğer şehirleri bilmiyorum ama İstanbul'daki tüm şubelerde satılan ev yapımı lezzetindeki tüm herşey Göztepe'de ki merkezin mutfağında gastronomi mezunu marifetli aşçılar tarafından üretiliyormuş, şubelerde ise yalnızca pişirme ve ikramlıklar yapılıyormuş. İstersek mutfağı gezebileceğimizi ekledi. Şubenin mutfağını değil ama merkezde aşçıların çalıştığı mutfağı görmeyi ve aşçılarla sohbet etmeyi çok isterdim doğrusu, yine de koca burnumu herşeye sokup uyuz müştericilik yapmak istemediğim ve zaten soframdaki herşeyi güvenle ve afiyetle yediğim için buna gerek görmedim. Son olarak mutfakta ne tür yağ kullandıklarını sormuştum, tereyağı ve sıvı yağı birlikte kullanıyorlarmış, tamamen katı yağ kullanmamaları çörek ve poğaçalarındaki kıvamın sırrıymış, böylece hem lezzetli hemde hafif lezzetler elde ediyorlarmış. Sevgili Merve bizim merakımız karşısında çok ince bir davranış göstererek şubelerindeki bu leziz kurabiye ve çöreklerden bir tabak hazırlayarak Türk Kahvesi eşliğinde bize ikram etti. Her keyifli kahvaltının sonunda adet olduğu üzere içilen Türk Kahvesi gerçekten çok iyi geldi. Bu yazı aracılığı ile Aslı Börek'e ve çalışanlarına tekrar teşekkür etmiş olayım. 


İşte kendi kendime yaptığım muhabirliklerimden biri, yazıyı daha fazla uzatmamak için, yaptığım bir günlük güzel İstanbul turunun diğer kısımlarını sonraki yazılarımda anlatacağım.