25 Haziran 2012 Pazartesi

bisikletli tüpçülü yazı





Kapıların kilitlenmeden gece yarılarına kadar oturulduğu zamanları ucundan yakalayabildim. Hem de İstanbul'da. O vakit bizim buralar para hırsı yüzünden Bayburt'lu mütahitler tarafından çirkin beton bloklarla katledilmemişti. Bahçeli evlerin sıra sıra dizilmesi yetmezmiş gibi bahçelerin dışında dahi tırmanabileceğimiz nice ağaçlar olurdu. Çamurlara bata çıka okula gider gelirdik. Önce o yollara mıcırlar döküldü. Bu mıcırlı yollarda düşe kalka, arkadaşlarımdan bir turluğuna ödünç aldığım bisikletleri sürmeye çalışarak bisiklet kullanmayı öğrenmiştim. Dizlerim bisiklete binmeye çalışırken edindiğim sevgili yara izleriyle doludur. Mahallenin en fikayalı bisikleti BMX idi, benim çocukluk rüyamdı. Büyüdükçe hayal ettiğim bisikletlerin markaları değişti ama bisiklet sevdam değişmedi. Günlerden bir gün yandaki cimriliği ile ünlü komşu amca dayanamayıp kendi deposunda çürümeye terk ettiği eski kontra bisikletini bana o zamanın parası yüz lira gibi cüzi bir paraya satmaya karar verdi, baktı ki onuda veremeyeceğim hibe etti. Bisikleti özenle kırmızıya boyadım, kuzenim Yunus abimin yardımıyla bir kaç yerden patlamış olan şambriyelini uzun emek isteyen işlemlerden sonra yamaladım, jantlarını tamir ettim, üzerine renkli yanar döner florasanlar ve bir korna taktım, bisikleti binilir hale getirdim. Yollar hala mıcırlıydı. İstanbul'da yapılan yol inşaatlarına sürekli yenileri eklendiği için sonunda bizim bahçenin duvarı her yıl asfaltlar atıla atıla yolla bir olmuştu. Artık bahçe kapısına ihtiyaç duymadan yoldan hoop atlayıp bizim bahçeye giriyorduk. Benim eski bisiklet artık kullanamayacağım hale geldiğinde onu kapıdan geçen bir hurdacıya satmıştım, az ötede başka bir çocuğun o bisikleti satın aldığını ilerleyen zamanlarda da bindiğini görecektim. O yıllara geldiğimizde mahallenin çehreside yerini hızlıca çirkin gri binalara bırakmaya başlamıştı, büyüyorduk ama kapıları kilitlemeden büyüyen bir çocuğun sahip olduğu güven duygusuyla, tehlikeleri bilmeden. Evimiz bahçenin kenarına kondurulmuş bir gecekonduydu ve ardına kadar dayalı kocaman bir kapısı vardı. Binalar ve etrafımızda tanımadığımız insanlar çoğalana kadar öyle kaldı. Annemler sabah erkenden işe giderlerken ben bütün gün evde tek başıma kalırdım. Yine öyle günlerin birinde kapının önünde acayip sapık tipli bir adam belirdi, kısa, sarı kirli yüzlü, üstü başı pejmürde, kapıya çıkıpta onu karşımda görünce bana bakıp gizemli bir şekilde "annen evde mi" diye sorunca tüm parçalar birleşmişti, bana kötü bir şey yapacaktı ve ağzımı yokluyordu! "Evde, bir dakika çağırıyım" dememle koca demir kapıyı gürültüyle ve olanca ağırlığıyla adamın suratına çarpmam bir olmuştu. Gerçekten çok korkmuştum! Korkum biraz geçtikten sonra kapının hemen yanındaki camı hafifçe aralayarak adama "niye sordunuz" dedim. Bana "korkma" dedi "ben tüpçüyüm." Meğer adam bizim mutfak tüplerini aldığımız tüpçüymüş, hani o vakitler ritimli kornalarıyla mahallelerde dolanan kamyonlarla evlere servis verenlerden. Az daha adamın suratı dağılacaktı...